4 Haziran 2010 Cuma

öfke




Yıldız
Serçe parmağım derinliğindeki zihninin aciz ürünlerinden etrafınaki şakşakçıların et bağlamış dimağlarından daha az tiksiniyor olsam da yine de sana nefretten köpürmeden bakamıyorum.
Güzel
Zaaflarımı örtbas etmek için çabalayacak değilim, ama beni ancak parlak tenin buruşmaya başlayana kadar kandırabilirsin. Gün be gün çürüyüp kokuştukça külahlarımızın nasıl yer değiştireceğini sen de benim kadar iyi biliyorsun, ama uğruna gebereceğin şefkati değil, kustuğum kanları sunacağım sana.
Yağ
Etrafındaki herkesin sınırlarını zorlayan tembelliğin yetmezmiş gibi, bir de alabildiğine yılışık, şımarık tavırlarınla öyle tiksindiriyorsun ki kendinden, seni -bir türlü kopamadığın- uykunda boğmak vicdanımı tırnak kadar zedelemezdi.
Kabuk
Bildiğin ve yapabildiğin, üstüne üstlük doğru kabullendiğin tek şey kendini parlak, süslü, aldatmaca eşyalar ve yumurta kabuğundan ince zihinli insanlarla sarmalamak iken, bir de kalkıp yaşam hakkındaki kof düşüncelerinin bir önemi varmışcasına konuşmaların yok mu!
Koku
İnsanın midesini, zihnini bulandıran şu kokun! Özgürlük zannettiğin aşağılık, fakir, zavallı yaşantının kokusu bu. Fersahlarca kokuyorsun!
Acıma
O kırış kırış gözkapaklarının arasından kanlanmış gözlerinle baktıkça bana, içimdeki son şefkat kırıntılarını da yok ediyorsun. Sana acımıyorum ve acımayacağım. Uğrumda nelerden vazgeçtiğin, ne fedakarlıklar ettiğin umrumda bile değil. Hem, bir karşılık bekliyor idiysen, buna nasıl fedakarlık denir? Sen, koca yalancı, yıllarca kuytundan kopamayayım diye beni sarmaladığın yapışkan ağları paramparça ettim ben! Düş yakamdan!

Hiç yorum yok: